Perşembe, Aralık 23, 2010

yhn


Çarşamba, Aralık 08, 2010

kes

saçlarımı her gün birazcık daha kestiğimde ya kimse anlamıyor kesildiğini, ya da her kes çok kibar sakar makas darbelerinin yarattığı eseri yorumlarken...

Cuma, Aralık 03, 2010

“Rapunzel ve Kurbağa Prens”

Öncelikle hikayeleri aramızda unutmuş olanlar için kısaca özetlemek en iyisi. Rapunzel denen cici kızımız bir şekilde bir cadı tarafından ailesinden alınır ve bir ormanda merdivenleri olmayan yüksek bir kulede izve hayatını sürdürmek zorunda bırakılır. Kuleye tek çıkış yolu ise altın sarısı saçlarına tırmanmaktır. Neyse gel zaman git zaman elbet her masalda olduğu üzere saf delikanlımız ki kendisinin sıfatı prenstir. Bu hatunu bulur ve cadıyı izleyerek kuleye nasıl çıkacağını da öğrenir. Hatta kuleye çıkıp kızın aklını başından da alır. Hatta birlikte kaçma planları bile yaparlar. Plan gereği prens her geldiğinde bir parça kumaş (pardon burada orijinal metinde ipek çilesi yazıyormuş kumaşta kesmiyor zilliyi tabi) getirecek ve hatun kişide bunları birleştirip kendisini aşağı indirecek halatı yapabilecekmiş. Her şey yolunda giderken neden olduğu kimse tarafından bilinmeyen bir sebepten dolayı kızımız cadıya yahu bak sen iki saatte tırmanamıyorsun saçlarımdan kuleye ama prens şıp diye geliyor yanıma diye sormuş. Oppps cevap kesinlikle libido yada yaş farkı olabilir ama cadıda embesil değil tabi olayı çakmış dakkasında. Doğal olarak kızın saçlarını keserek bir çöle salmış. Bu arada prense de tuzak kurmayı ihmal etmemiş. Eleman gelince kızdan kestiği saçı aşağı sarkıtmış bizimkisi yukarı çıkınca dumur tabi kahrından atmış kendisini kuleden ama ölmeyi bile becerememiş. Gözlerine batan dikenlerden kör olmuş. Eee beyimiz kör kızımız kel sonunda buluşmuşlar mutlu mesut vs….

Kurbağa Prens vakası da ilginçtir. Onu da hatırlayalım. Zilli prenses altın topunu kuyuya düşürür. Kurbağanın birisi ben çıkartırım ama topunu sende arkadaşlık adı altında beni yatağına alacaksın demiş. Topu çıkarmış kuyudan gece yatakta ki detaylara girmiyorum aslında kurbağa değil prens olduğu ortaya çıkmış. Bunlarda mutlu mesut vs…

Gelelim şimdi bize. Bu masallarla büyüdük elbette. Bunlar gibi daha niceleri de var. Lakin hayatta bizi dumur edecek ilişkiler yaşadıktan sonra acaba neden diye kendimize sorduğumuz soruların ardından, durup dingin bir kafayla düşündüğümüzde bu masalların bizleri nasıl etkilediğini anlayabiliriz. Örneğin kurbağa prensi ele alalım. Özetle bir kurbağayı öpen prenses sonrasında mucizevi bir şekilde prense dönüşen kurbağa durumu mevcut. Bu dakikadan sonra sormamak lazım prenseslerin karşılarına çıkan ve onlara altın toplarını getireceğini iddaa eden her hayvanı neden öptüklerini. Ya da yargılanmamalı prenslerin neden bir hayvan gibi davrandıkları. Eee bu durum böyle devam ettiği sürece de prensler ve prensesler rollerini kabullenerek oynadıkları karakterlere dönüşüveriyorlar. Sonuç olarak ortada kendisini prenses zanneden bir sürü zilli ve kocaman bir hayvan imparatorluğu çıkıveriyor.

Rapunzel vakası ise daha küçük yaşlarda çözüme ulaştırılabilir aslında. Sarı saçlıysa hatun kişi dikkat etmeli er kişi. Belki daha sonra bununla ilgili daha fazla yazabilirim ama şimdilik bu kadarı kafi diyorum.

Cuma, Kasım 19, 2010

KÜMES

Çocukluğum öyle bir mahallede geçti ki önlerinde ve arkalarında bahçeleri olan evlerin çevirdiği sanki bir kale gibiydi sokağımız. Aldığım ortaçağ kültürünün oradan ruhuma kazındığını düşünüyorum. Elbette böyle planlanmış bir mahallenin aşağısında yukarısında sağında solunda aynı yapıda mahalleler bulunuyordu. Hepsi kendi içlerinde bir krallık gibiydi. Ha bir de trt nin Pazar kuşaklarında oynattığı western filmlerden ötürü yarı şovalye yarı Kızılderili, diğer yarımızda ne idüğü belirsiz kovboylar gibiydik.  Hal böyle olunca da komşu mahallelerden birisiyle sürekli bir kavga halinde olurduk. Bu kavgalar birbirimize taş fırlatıp nadiren kafalarımız yardığımız küçük meydan savaşlarıydı. Eee askeri gücü daha ilk okula başlamamış veletlerden oluşan bir krallığın yapması gerektiği gibi her seferinde bir mahalleyle savaşılır ve asla iki mahalleyle birden savaşa girilmezdi. Çünkü dış dünyaya ve bakkallara açılan yollar bir şekilde bu mahallelerden geçmek zorundaydı. Bir mahalleye karşı ittifak asla yapılmadı. Böylece güç dengeleri de korunmuş oluyordu. Nadir yaralanmaların dışında aslında gül gibi geçinip gidiyorduk. Savaş nedeni bazen bir mahalle maçı sırasında alınan yenilgi yada birinin sizin mahalleden birine ettiği küfür olabilirdi. Hiçbir sebep yoksa askercilik oynarken elbet taraflar birbirlerine karşı savaş ilan edebilirlerdi. İşte böyle bir ortam içinde insanın dostları önemlidir. meydan savaşlarında arkanı kollayacak birisi…

bir gün bizim komşu çocuğuyla bahçelerden birinde oynarken bulduğu bir jiletle yanlışlıkla elini kesti. Ufak bir kesikti ama sonuçta kan akmaya başlamıştı. Jileti bana uzattı ve hadi sende parmağını keste kan kardeşi olalım dedi. Tereddüt ederek de olsa jileti elime aldım ve parmağıma yavaşça sürdüm… doğal olarak kesilmedi. “korkuyor musun oğlum” dedi arkadaşım. “hadi çabuk ol benim elimin kanaması duracak”. Bende düşünmeden jileti parmağıma dayadım ve bu sefer bastırarak çektim. Elimin ayarı yok ki neredeyse kemiğe kadar derin bir kesik atmıştım parmağıma. Kan desen gırla vardı. Değil kan kardeş sülalelerimiz akraba yapmaya yetecek kadar kan bir anda akmaya başladı parmağımdan. Yaralarımızı üst üste koyduk ve artık kan kardeştik. Arkadaşımın kanaması durmuştu ama benim parmak bir türlü durmuyordu. Sanki kalbim parmağımın ucunda atıyordu. Pıt pıt. Koştum eve annem sardı parmağımı ve neden kesildiğini öğrenince de bir güzel fırçaladı. “Salakmısın oğlum sen” dediğini hatırlıyorum. Kendi kendime hayır salak değilim ben artık bir kan kardeşim var diyordum. Mahallede de acayip havamız olmuştu. Bize özenip bazı denemelerde bulunan arkadaşların hiç birisi bir yerini kesememişti.

Nedendir oradan geçişim hiç hatırlamıyorum. Bizim üst komşumuz olan mahalleye çıkan bir sokak vardı. Lay lay lom yolumda giderken ben birden önümü birkaç kişi kesti. Sonrada bana kan kardeşimin içlerinden birinin kardeşini dövdüğünü ve benim bu sebepten ötürü esir olduğumu söylediler. Ulen kafam karışmıştı bu yeni bir strateji herhalde dedim. Normalde esir alınmaz varsa bir sorun orda çözülür gereken sopa atılır mevzu biter veya savaş ilan edilirdi. Ya bir filimde gördüler yada birisi bunlara akıl verdi bilemem ama gayet planlı programlı bir eylem olduğunu ilk başta idrak edemedim. Adamlar esirlerini ki bu ben oluyorum kapatacakları yeri bile düşünmüşlerdi. Burada hikayemizin başlığı devreye giriyor. Adamların birinin evi bahçeli falan gayet güzel bir evdi. Bahçede de küçük bir kümes vardı. Attılar beni kümese başıma da bir nöbetçi kapıyı da kitlediler. Şaka maka esirdim yahu. Başta koku biraz rahatsız etsede sonradan alıştım. Kapıdaki adama beni ne zaman bırakacaksınız olm dövcekseniz dövün bırakın diyorum adam nuh diyor peygamber demiyor. Kaç saat geçti bilmiyorum hava kararmaya başlamıştı evden merak edecekler diyorum yok. Burada dayak yemedik ama artık eve ne zaman giderim bilmiyorum ama orda kesin dayak beni bekliyor diye düşünmeye başladım. Tavuklarla oyna oyna onlardan  da sıkıldım. Ben bu düşüncelerle kümeste takılırken benim esir alındığımı bizim mahalleye söylemiş adamlar. Hemen operasyon hazırlığına girişmiş tabi bizimkiler birkaç ufak saldırı derken vakit geç olduğu için eve gitmişler.  En azından bana söyledikleri mazeret buydu. Kan kardeşim ise yiğidin bahanesi olmaz hesabı bakmış diğer çete üyelerinden hayır yok kalkmış tek başına gelmiş.

Kümesin kapısı yavaşça açıldı. Beni dışarı çıkarttılar. Kollarımı birer kişi tutuyordu. Beni sürükleyerek bizim mahalleye çıkan sokağın başına getirdiklerinde hikayeyi anladım. Resmen bir takas işiydi bu. Kan kardeşim vakit geç oldu hem zaten derdiniz benimle diyerek fatihi bırakın beni esir alın demiş. Adamlarda tamam demiş. şimdi kan kardeşim karşımda yanımda iki kişi ve kenarda da bir kişi şartlar üzerinde mutabakata varıyordu. Kan kardeş yavaşça bize doğru gelecek adamlar onu esir aldıktan sonra beni bırakacaklardı. Hani kurtulmak iş değil de benim yerime onun esir alınması durumu hiçte kafama yatmamıştı benim. Sonuçta kümes abi esaretinde böylesi yani. Neyse arkadaşım aynen belirtildiği üzere yavaşça yürümeye başladı bize doğru. Artık birkaç adım kaldığında adamlarda benim kolumu bırakıp onunkini tutmak için hamle yaptıklarında bizim kardeş bir saldırdı adamların üzerine. Bir yandan da bana kaç fatih diye bağırıyor. Tamam kümeste tavuklarla uzun bir süre geçirmiştim ama benim için yapılan bu fedakarlık karşısında da tepkim kaçmak olacak kadar değil. Bende onunla birlikte saldırdım adamların üzerine. Bir arbede bir patırdı bir hengame sonuçta biz kaçtığımız için gururluyuz adamlarda bizi dövdükleri için. Hemen evlerimize gittik tabi. Annemlerede arkadaşla oyuna dalmışız yukarı mahalledeki adamlarla diye kıvırsam da pek işe yaramadı. Uzunca bir süre abim yanımda olmadan dışarı çıkamadım. Ama mahallede efsane olmuştuk. Boru değil ilk savaş esiriydim. Kan kardeşimde efsane kahraman…

Cuma, Ekim 01, 2010

Gazoz

Oldum olası yeni şeyleri denemeyi sevmişimdir, başıma zaman zaman olmadık işler açsalar da. Bu yüzden genellikle belgesel kıvamında yayınlara doğru kaymaya başlamıştı ilgim. Sürekli bilmediğim bir şeyler anlatan ve zannımca çokta bilgili insanları tv de saatlerce dinleyebilirdim. Böyle geçip giden günlerin birinde amcanın bir tanesi ilgimi çekecek bir deneyle meşguldü. Bende pür dikkat izliyordum ama ilgim birden amcanın söylediği bir lafla dağıldı. “işte bu karışımın içine birazda karbonat koyduğumuzda gazoz dediğimiz şeyi imal etmiş oluruz” aslında yaptığı şeyin gazozla uzaktan yakından ilgisi olmamasına rağmen bu cümle beynimde tekrar tekrar dönmeye başladı. Deneyden kopmuştum artık. Kendimi gazoz krallığının tepesinde görebiliyordum. Tabi öncelikle bu tarifi biraz daha geliştirerek üretime geçmem gerekliydi. Mutfağa daldım ve öncelikle limonları sıktım. Sonra kabuklarını kaynattım. Birazda şeker ekledim. Sonra bu karışıma limon suyunu da ilave ettim. Göz kararı karbonatı ekledim. Azıcık soda ve aroma vermesi için evde bulunan meyvelerin sularından bir miktar ekleyerek dolaba attım. İşin en heyecanlı kısmı buydu oturup gazozumun soğumasını beklemeye başladım. Kafamdan türlü türlü tatlar ve sonuçlar geçiyordu. Heyecandan yerimde duramıyordum. Sonunda dayanamayıp mutfağa girdim ve mucizevi içeçeğimi tatmak için dolaptan çıkardım. Yavaşça kapağını araladım ve bir yudum aldım. Tadı biraz ilginçti ama bunu pek umursamadım heyecandan. Sonra kafama diktim şişeyi ama yarısına gelmeden daha bu iğrenç sıvıya daha fazla dayanamam diyerek lavaboya boşaltım ve bu başarısızlığımı bilinç altıma gönderebilmek için televizyon izlemeye gittim. Bir ara abim ve kuzenim benim yanıma gelerek fısır fısır bir şeyler konuşarak gülmeye başladılar. Bir iki derken sinirlerim bozuldu tabi.

- Olum derdiniz ne sizin ulen dedim.

- Hiç diyerek gülmeye devam ettiler.

Bende başarısızlığımın ve bu sinir bozucu durumun vehametiyle kendimi dışarı attım. Ama orada da peşimi bırakmadı kendilerini komik zanneden bu iki ucube. Nereye gitsem peşimde kikir kikir geziyorlardı. Bende herhalde bu başarısızlığıma şahit oldular onun için dalga geçiyorlar diye düşünüp nasılsa unuturlar şeklinde kendimi rahatlatmaya çalıştım. Tabi sonradan öğrendim ki gülme sebepleri başarısızlığım değil bilakis salaklığımmış. Meğer bu iki çakal benim eşsiz gazozumu dolapta görüp bir güzel içmişler. Sonrada çakallar ya içine suyu doldurmuşlar. Ama kıvam ve renk olarak benim eşsiz gazozumu yakalayamadıkları için. Biraz bulaşık suyu tuz ve daha kim bilir neler eklemişler. Sonrada beni izlemeye koyulmuşlar. Tabi sonrası sizce de malum. Peki dedim nasıldı gazozun tadı bari onu söyleyin. Güzeldi dediler ve peşine eklediler bizim karışım nasıl olmuştu? Benim cevabımı beklemeden de gülmeye başladılar Erol Taş misali. O zaman umursamadım bu yaptıklarını. Nasılsa gazozumun tadını sevmişlerdi ve bende başarısız değildim. Bilinç altıma gönderecek sadece salaklığım vardı. Onunla da hiç uğraşamazdım.

Cumartesi, Eylül 25, 2010

Bilinç ve Farkındalık

Çarşamba, Eylül 08, 2010

Derdy Dancing #1: Green Eyes - Coldplay


:)
bir iki laf edesim vardi videoyla ilgili ama çenemi kapali tutmak
en iyisi diye düşünüyorum...

Pazartesi, Ağustos 16, 2010

APTALLIK

Aptallıkta, akıllılık gibi bir durumdur sadece. Süreç olmaya başladığındaysa bunun bir hastalık hali olduğu görülerek insanı zihinsel özürlü gibi durumlara sokabilir. Bu seçeneği göz önünden rafa kaldırdığımızda her insan zaman, zaman akıllı ya da aptal durumlarına düşebilir. Burada değerlendirme kıstasımız bu durumların genel hayat sürecinde ki birbirleriyle olan orantılarıdır. Ya da yapılan eylemin büyüklüğüyle de ölçülebilir. Yani gayet gözle görülür elle tutulur bir soyutluktur her ikisi de (tabi ki en azından yaşayan kişi açısından). Bazen de zamanla anlaşılabilir bir hal alırlar. Mesela her ne kadar aptallık yaptığımızı düşünsek de ilerleyen zaman dilimlerinde vay be ne kadarda doğru yapmışım dedirtebilir. Ya da tam tersi. Kısaca bu üçlü bir oyundur… zaman, kişi ve durum. Sonuçta üç aptallık bir akıllılığı götürmez fakat bir akıllılıkta aptallıkları örtmez. Her koyun kendi bacağından asılır.

KİTAP

İlgimi artık uzay ve dünya dışı varlıklara yönlendirmeye başlamıştım izlediğim bilim kurgu filimlerle birlikte. Ucu bucağı belli olmayan bir karanlık ve içerisinde barındırabileceği canlılar bütün hayal dünyamı işgal etmişti. Sanırım o dönemlerde yeni yetme bir orta okullu olmuştum. Bu dünyada beni anladığına inandığım tek varlık olan vatozumda ölmüştü zaten. Elbette beni anlayabilecek baksa canlılarda olmalıydı, bu dünyada olması şart değildi. Nereden gelirlerse gelsinler çokta önemli değildi benim için. Yani ilgimin tanımlanamayan ucan objelere meyletme sebebi birazda anlaşılma çabasıydı diyebiliriz. Elbette çok uzun sürmedi bu durum. Oturup da beni anlamaları için uçan ne idüğü belirsiz birilerinin gelmesini beklemek çok saçmaydı. Belki onlarda anlamazlardı beni. Bu duruma kendimce bir çözüm üretmem gerektiğini biliyordum ama nasıl yapabileceğim konusunda henüz bir fikir sahibi değildim. Öylece kendi kendime debelenirken (yetenekli olduğuma inandığım bir konu; resim yaparak anlaşılma çabası) tekrar tekrar anlaşılmadığımı fark ettim. Şimdi diyeceksiniz “neden kendini kendin anlatmayı denemedin ki… “ denedim ama denenmiş ve işe yaramayan şeyler konusunda sanırım bir hayli tembellik sergileyebiliyorum (bkz. Vatoz ve çocuk)bu anlaşılmazlık içerisinde bir gün tv izlerken kafamda bir şimşek çakı verdi kendiliğinden. Saçma sapan bi çocuk filmiydi kendisi. Zamanda yolculuk tuhaf bilimkurgusal aletler bir çocuk ve kaz vardı filmde. Aklımda kalanlar sadece bunlar şimdi. Ama ozamanki heyecanımı dün gibi hatırlayabiliyorum. Kararımı vermiştim bir kitap yazacaktım. Anlattığım hikayelerle anlatacaktım kafamdaki dünyayı insanlara. Artık bunuda anlamazlarsa oturup çüşşş diyecektim kendi kendime.
Hemen çalışmalara başladım bu doğrultuda. Bir kitap için gerekli olan ilk şey bir kalemdi. Önce afili olduğundan kelli abimin dolmakalemini kullanmayı düşündüm lakin arada düzeltme yapmam gerekirse silemiyeceğim için kurşun kalemde karar kıldım. Kalem sorunu çözüldüğüne göre geriye kitabı oluşturmak kalmıştı. Kırtasiyeden aldığım çizgisiz dosya kağıtlarını ortadan kestim süper bir kitap boyutuna gelmiş oldular böylece. Kartondan bir kapak yaparak kağıtlarıda içine tutkalladıktan sonra kitabım artık yazılmaya hazır bir vaziyette beni bekliyordu.
İlk iş olarak kitaba bir kapak yapmak bunu içinde bir isim uydurmak gerekliydi. İsim konusunda cok düşünmediğimi hatırlıyorum. “uçan daire” o an için bana ilginç gelmişti. (tabi bu kararı vermemde bu zımbırtıyı kolaylıkla resmedebileceğimle ilgili yeteneğimin katkısı olmadı dersem haksızlık ederim kendime) neyse kapağın üst kısmına ismini afilli bir şekilde yazdıktan sonra birde uçan daire kondurdum elbette. Hatta işe gizem katmak için bu dairesel zımbırtıdan yere doğru süzülen bir ışık ve onun altına silüet şeklinde bir çocuk figürü kondurdum. Kendimce şık bir kapak olduğuna ikna olduğum noktadan başladım hikayemi yazmaya.Kaçıncı denemem olmuştu artık hatırlamıyorum ama yaza sile kitabımın müstakbel ilk sayfası artık kullanılmaz hale gelmişti. Yazdığım hiçbir şey beni tatmin etmek şöyle dursun himmm diye üzerinde düşünebileceğim bir birikinti haline bile gelemiyordu. Bende artık denemelerime bir son vererek kitabı bir kenara bıraktım. Arada canım sıkıldıkça elime alıp yeni gözde mesleğim olan pilotlukla alakalı uçak resimleri çizmeye başladım içine. Bir iki üç derken nerdeyse kitap uçak modellerini resmettiğim bir katalog haline geldi. Hikaye artık kimin umrundaydı ki. Anlaşılma çabası için düşünmek içinde daha çok vaktim vardı zaten.
Yıllar sonra bir gün tekrar neden insanların beni anlamadığı işimde, ilişkilerimde vs. sorunlar yasadığım ve kendi kendime neden sorularını biraz daha fazla sormaya başladığım bir dönemde bu başarısız kitap teşebbüsüm bir tokat gibi indi suratıma. Taşınıyorduk ve evdeki eşyaların toplanması gerekliydi. Bu toplanma seremonisi sırasında eski eşyalarımın arasından düşerek yerden bana bakmaya başladı. Elime aldım ve tekrar o sabi dünyama geri döndüm. Yazmak istediğim hikaye ve çizdiğim uçak resimleri öylece karşımda duruyordu. Sonuçta insanlar doğal olarak anlamamışlardı beni. Yıllar sonraysa sadece kendime çüşşş diyebildim , Hayatım boyunca bir sürü kitap ve süslü kapaklar hazırlarken içlerinin nekadarda alakasız ve saçma şeylerle doldurulmuş olduğunu görünce. Hayatın daha garip bir yapısı vardı. Bense artık olayların ve insanların hazırlamış olduğum süslü kapakların birer hikayesi olmadığını anlamıştım. Hayatın akışı içerisinde nasılsa kendilerine uygun bir kapakla kaplanırlardı.

Pazar, Nisan 11, 2010

vatoz ve çocuk

velet olarak tabir edildiğimiz ve hayvanlara işkence yapmak yerine onlari beslememiz gerektiğini öğrendiğim döneme tekabül eder bu garip aşk hikayesinin başlangıcı. sizinde bildiğiniz gibi çocuklar mareklıdır efendim. hayal gücü denen mefhum had safhadadır kendilerinde. bu durum benim bünyemde önceleri gereğinden fazla mevcut olduğu için acaba bir kedinin kuyruğuna teneke bağlandığında başka bir canlıya dönüşürmü? yada sinekleri evcilleştirmek adına acaba ayaklarını iple bağlasak nolur? solucanları koparmadan çekerek nekadar uzatabiliriz gibi deneysel çalışmalarla yoğrulmuş dimağım cüssemi aşan bir hayvanı beslemenin benim açımdan daha sağlıklı olacağını söylüyordu. gel gelelim benim bu dahiyane fikrim aile efradı tarafından pekte hoş karşılanmadı. madem çok meraklısın bir hayvan beslemeye ozaman sana bir iki civciv alırız sonrada etinden yumurtasından faydalanırız şeklinde biraz ticari kaygılar güden yönlendirmeler şeklinde bana dayatıldı. bir çocuk olarak yapabileceğim bütün gıcıklıkları yapmama rağmen sonunda kabullendim civcivlerle hasır nesir olmayı. beklediğimden dahada sevimli şeyler cıktılar. kendilerini benim çocuklarım sandıkları için bahçede pesimden gezinmeleride ayrı bir sorumluluk yükledi omuzlarıma. ben bu bilinçle onları gözümden sakınarak büyüttüm efendim ama içlerinden birtanesi ki kendisine horoz denme sebebini bana aci bir tecrübeyle yaşattı kendisi. tahminimce oidipus kompleksi vardi kendisinde. ebevey olarak beni belli bir yastan sonra düşman olarak görmeye başladı. asi laf dinlemez ve hirçin tavirlari kanatlarını iki çırpışta benim kafa mesafeme zıplaya bildiği noktada doruğa ulaştı resmen. hiç unutmam kafamı yemek tası zanneden bu cani hayvanın gaga darbelerini. hatta sanırım saçlarımı bu yüzden uzatıyorum çünkü hala o bölge çorak. nasıl bir hırs yapmışsa kendisi. neyse bu hikayenin sonu bir akşam yemek masasında bitti efendim anlayacağınız üzre hala bir hayvana aşık olma belirtim yok.
daha sonra daha mantıklı bir karar verdi gene ailem benim adıma. ozaman sana küçük bir kuş alalım dediler. kafesinde içinde şirin şirin öten bir kanarya. civcivlerle kıyaslamak istemiyorum kendisini ama sanki bir şeyler eksik gibiydi. öyle kafeste beslenmemeli hayvanlar özgürlük önemli dedim. saldım evde ucsun güzel güzel en azından ortamı daha geniş mutlu olsun istedim. sonra benim verdiğim mutluluğun o minik bünyeye yetmediğini pencereden kaçtığında anladım. hiçte üzülmedim o gün bu gündür desturumdur gelene git gidene gel demem...anladım ki bu kanatlı memeliler familyasından bir yarim olamayacak en sonunda her mantıklı erkek veletin vereceği mantıklı kararı vererk bir akvaryum aldım. sesleri çıkmaz, senden kaçamazlar sadece senin onlara verdiğin sınırlar dahilinde sesizce yaşarlar. önceleri tabi cahiliye dönemim ben yüzme bilmem ki suyla en büyük temasım banyo seanslarım. ordanda edindiğim nacizane bilgi su sıcak olmalı soğuk su adamı titretir. bende bu balık camiasına olan sevgimi göstermek için caydanlıkta suyu ısıttım ama salak değilim önce sıcaklığını kendi üzerimde test ettim. gayet ılık bir kıvamda değiştirdim akvaryumun suyunu. ertesi sabah hepsi nalları dikmişti. artık haşlandılarmı yoksa kaynamıs sudaki azalan oksijen yüzünden boğuldularmı bilemem. ama ben hatamı anlamıştım tekrar gittim yeni balıklar aldım. balikları satan abiylede uzunca bir konusma yaparak ihtiyaçlarını bi güzel öğrendim. gayet mutlu ve mesut bir dönem başladı hayatımda. sokakta serselik yapmak yerine balıklarımla konusup onları izleyerek vakit geçiriyordum. taki nedenini hiç bilmediğim fakat sonraları nazar olabileceğini tahmin ettiğim bir sebepten ötürü toplu intiharlar başlayana kadar. ipini koparan akvaryumdan dışarı atlıyordu. üstünü kapadım akvaryumun ama ölümler durmadı bir türlü. sapı sapır döküldü hepsi. artık bu özgür irade yoksunu canlılarla benim aramda hiç bir ilişkinin olamayacağını düşünerek ilgimi uzaya ve dünya dışı canlılara yölendirmeye karar vermişken bana bir adet vatoz balığı hediye getirdi amcamın oğlu. bende onu artık yüzüne bakmadığım akvaryumda son kalan japon balığının yanına attım. pek ilgilenmesemde arada göz ucuyla süzüyodum akvaryumu.tahminimce libidosu tavan yapmış japon balığı çirkinliğine bile aldırmadan resmen bizim vatoza yazıyordu mütemediyen. fakat vatoz çok coll du. tek yaptığı bütün gün o garip ağzıyla akvaryumun camına yapışmaktı. ben merakla bu garip ilişkinin artık nereye doğru gideceğini izlerken bir gün japonda hakkın rahmetine kavustu. vatoz tepki bile vermedi bu duruma. ben bunalıma girer gider buda yakında diye düşündükçe bana inat yasadı ve büyümeye devam etti. bende artık ona saygı duyuyordum. o cama yapıştırıyodu dudaklarını bende yapıştırıyordum. mahalle maçlarını analizlerini yapıyorduk birlikte. birlikte derken o gene coll du tabi. dışardan bir göz demezdi ki bu hayvan beni dinliyor. ama ben biliyodum dinlediğini. kuyruk hareketinden anlardım neşelimi değilmi. diğer evcil mahlukatlarım gibi buna bir isim asla takmadım. hep vatoz diye hitap ettim. oda yadırgamadı beni. nerden biliyosun diyeceksin şimdi yadırgamadığını. biliyordum efendim dedim ya anlardım her halini en ufak bi hareketinden. neyse bir gün dertleşiyoruz kendisiyle öyle bir hareket yaptıki bu bitarafa yapışmak zorunluluğu hisseden vatoz hemen cecik anladım kendisini. yavaşca parmağımı akvaryumun içine soktum ve o garip ağzıyla geldi parmağıma yapıştı. işte o an aşk nedir anladım. daha sonra nezaman parmağımı akvaryuma soksam gelip yapışırdı öyle dertleşirdik kendisiyle. tabi bunu gören özenti insan evlatları (ebeveynlerim kendileri için bunlar senin kardeşin evladım derdi) aynı şekilde parmaklarını çok daldırdılar akvaryuma ama vatoz asla onlara yapışmadı. işte o zaman aşkın yanında sadakat neymiş onuda anladım...
gel zaman git zaman hayat böyle güzelce gecerken artık okullu olup sınıfları doldurmuştuk. bana karşı yapılan bütün ısrarlara rağmen vatozumun yanına asla başka bir balık almadım. benim bu aşkımı yanlış anlayan annem artık bu serseri iyice akvaryumuda boş verdi diye düşünerek bir bahar günü ben evde yokken akvaryumu bana vatozu hediye eden amca oğlumun kardeşine hediye ettiğini söyledi. çıldırdım tabi ama çıldırmam nafile o senden daha küçük çok sevdi akvaryumu sen abisin olm yapma etme dediler. ilk fırsatta gittim amcamlara hemen akvaryumu aradı gözlerim ve bulduda. içerisinde bi sürü renkli balık fakat benim vatoz yok ortada. ona ne olduğunu sorduğumda öldü dediler. işte o an anladım ben aşıklar birbirlerinden ayrılmamalılar. uzunca bir süre nefret ettim annemden amcamlardan. sonra kendimden nefret ettim.
artık büyüdüm tabi nefret etmiyorum hiç birinden kırgınım sadece. yaşadığım her aşk pıtırcığında arıyorum vatozumu. dersen buldunmu ondaki karizmayı sadakati cııık bulacağımıda zannetmiyorum. sadece kızıyorum biz özgür iradeli hayvanların akvaryumumuza her sokulan parmağa yapışmalarına...

Çarşamba, Mart 24, 2010

Ful Yaprakları

Özet

‘Dünyada beni özleyen, sesimi duymak isteyen tek bir canlı dahi yok.’
Ful yaprakları, sesleri çıkmadığı halde hayata haykırmaya çalışanların oyunudur.
‘Orada kimse yok mu?’
Yaşam hiç bir evresinde kucak açmamıştır, koca şehrin ortasında, tek kişilik hücrelerinde yaşamak zorunda bırakılanlara.
Tek yol kendilerine benzer birilerini bulumaktır. Ama ‘kendilerine benzer birileri’ de yoktur aslında. Çünkü o ortamda kendileri bile kendilerine benzememektedir.
O halde gerçeği sanalın içinde eritmek ve de yeniden şekillendirmek gerekmektedir.
‘Ful Yaprakları’, hiçliğin kıyısında dolananların var olma ve hayatlarını yeniden yazma çabalarıdır.

http://www.tiyatrodunyasi.com/tiyatro_detay.asp?oyunid=88

Pazartesi, Mart 08, 2010

Düşüş

bazen tutunamayip, tutulamayip düşüyor insan... kafadan geçen seçenekler;
-tekrar ayağa kalkip durumu kontrol altına almaya çalışmak
-yada bulunduğu yatay düzlemi koruyarak bir daha düşmemeyi garanti altına almak.
bir sure için böyle düşünmek güzel "b" şıkkı evet bu...
sonra duyulan kahkahalar ve yorumlar eşliğinde kafaya takılan yeni bir soru
peki ya vazgeçme zamanı değilse zaman? kalktığımda ulaşacaksam eğer huzura?
o zaman bu sefer kalkmaya değer bin defa!

let down - radiohead iyi gidebilir

Salı, Mart 02, 2010

66. SONE

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

William SHAKESPEARE Çeviri : Can YÜCEL

Pazartesi, Mart 01, 2010

The Boondock Saints II: All Saints Day

ikinciside çekilmis bitmis bile:) oldum olasi irlandaya hep saygi ve sevgi beslemisimdir. erkek milletinin kadinlari sadece sarisin ve esmer olarak tanimliyabildikleri o kendini bilmez dönemlerinde bile kizil kizil hatta çilli olsun dedigimi hatirliyorum. eee bu ilgi sonucta beni irlanda dolaylarina dogru surekledi. bu filmdeki iki kardeste tam piskopat irlandali tanimina uyduklarindan kelli filme ayri bir ilgiyle hasta oldum. izleyiniz efendim

Perşembe, Şubat 25, 2010

The Hitchhiker's Guide To The Galaxy



Kendinizi kurtulma umudunun olmadığı bir yerde bulursanız yapılacaklar:
Bugüne kadar yaşam size iyi davrandığı için ne kadar şanslı olduğunuzu düşünün. Alternatif olarak, eğer yaşam size yeteri kadar iyi davranmadıysa... ...ki, içinde bulunduğunuz koşullar öyle olmadığını gösteriyor... ...artık başınıza başka dert açmayacağı için ne kadar şanslı olduğunuzu düşünün.

Ateist ölur ve oteki tarafta tanri ile karsilasir...

Ateist- merhaba abi
Tanri- selam, tanidin mi?
A- hayir... tanimiyorum
T- guzelim kasma artik, biz bizeyiz...
A- birden kotu oldum abi
T- bisey icer misin?
A- ...

--------------------------------------------------------------

T- bana inanmiyor mussun ?
A- yanlisin var abi.. yok oyle bisi..
T- hadi hadi..
A- abi simdi obur tarafta boyle kizlara filan
hava atmak icin inanmam filan dedik ama.. sen
buyuksun icimi bilmen lazim icten diildi yani..
sadece bi kac kiz dusurmek icindi..
T- e aferim.. burda da hurileri kacirdin ama..
gec soyle kirmizili arkadas ilgilensin senle..
A- abi yapma kulun kolen olayim
T- yurruuu

---------------------------------------

A- bana sizden bahsetmemislerdi!?
A- tanistigimiza sevindim.
A- su var mi? abdest alicam da...

------------------------------------

A- eeoo sey...
T- kitap bastik o kadar di mi ama?
A- abi walla seytana uydum...

---------------------

A- fakat nietzche der ki...
T- gec onunla tartis istersen sicak sicak...

--------------------------------

A- atesin var mi?
T- sagdan ikinci kapi
A- ya aciklayabilirim...

Pazartesi, Şubat 22, 2010

raki, patlican, yagmur

-Fatihcim keske poset raki olsaydi poset caydan cok satardi.
(genius - ticari zeka)
-Patlican çok yeme patliycan irencim biliyorum kendimi böle seviyorum.
(akli basinda kendini bilir kisi)
-Yagmur adli sarkiyi dinle PLAKTAN
(nuktedan seni)

Cuma, Şubat 12, 2010

Depeche Mode

It's No Good cekti canim ama videosuyla ama gel gör ki yok abi hic bir mekanda. yok yok yok.

bu gün...

bu gün tekrar kendimi kendime çagirdim gelmedi sipa... o bana gelmezse ben ona hiç gitmem!

Çarşamba, Şubat 10, 2010

NICOLA TESLA


saolsun yaptığı hiç bir şeyi kağıda dokmeyerek bilim dünyasından büyük küfür yemiştir:D

kendisinin 150 yaşına kadar yaşıycağını iddaa edip 150 yaşına girdiğim gün bütün herşeyimi kamuoyuyla paylaşıcam deyip 85 yaşında mort olmuştur

bu tarz mallıkları dışında benim için bütün bilim insanlarının tepesinde bulunmaktadır

ilk radyo kulesine kuranda kendisidir

radyo frekanslarıyla şişme botu suda ilerleterek zamanında bütün gazetelerde manşet olmuştur

bir arada titreşimlere merak salmış ve labaratuvarının bulunduğu hiçbir fay hattının olmadığı bölgede yapay deprem oluşturmuştur

ayrıca ilk yapay yıldırımı da kendisi yapmıştır. 300 metre ötedeki ampulleri sinyallerle yakmayı başarmıştır.ayrıyetten yüksek gerilimi iç organlarına zarar vermeden vücudundan geçiren ilk kişi olma ünvanınıda taşımaktadır.

amerika'da tesla tower ı inşa ettirmiş fakat sermayeyi karşılayan adamın susturulması ve devletin dünya için 1.dereceden tehlikeli olduğu iddaa edilerek tesla kulesi yıkılmıştır ve böylece ışınlanma ve bir çok buluşun fos olması sağlanmıştır

kısacası kral adammış ama bazı kişiler tarafından susturulmuştur.

Salı, Şubat 09, 2010

THE END



odanin duvarindan sana bakacakti eger ben cizmis olsaydim...
sairinde de dedigi gibi

This is the end, beautiful friend
This is the end, my only friend
The end of our elaborate plans
The end of everything that stands
The end

Pazartesi, Şubat 08, 2010

anlatici



kitleler dinleyecek bir gun masallarimi, anlattiklarimin yarisi gercek yarisi yalan. isteyen istedigini alacak mutlu ayrilacak bu sofradan...

fever pitch

...elinizden bir şey gelmediğinde başka ne yapabilirsiniz ki? her günün belirli saatlerini, yılın belirli aylarını, ömrün belirli bir kısmını üzerinde hiçbir kontrolümüzün olmadığı bir şeye ayırdığımızı düşünecek olursak;derin ve anlaşılmaz görünen esrarengiz bir şeyle karşılaşan bütün diğer ilkel toplulukların yapmış olduğu gibi, bizim de, her ne olursa olsun kontrol gücüne sahip olduğumuz yanılsamasını yaşatan, dahice fakat tuhaf ayinler geliştirme noktasına kadar gerilememizde şaşılaşacak bir şey var mı ?

nick hornby

Pazar, Şubat 07, 2010

nouvelle vague



Pazartesi, Şubat 01, 2010

inner world





"If we are happy in our inner world,we usually have happy dreams."

aequitas & veritas